Hassan Ebu Heniyye – Middle East Monitor (Arabi21)
Arap dünyasındaki diktatörlükler tarihsel olarak, kendi iç krizlerini aşmak ve uluslararası meşruiyet elde edebilmek adına Filistin davasını bir araç olarak kullanmaktadırlar. Meşruiyet devşirme işini Amerikalı ve Avrupalılar'ın İsrail’i koydukları noktayı kabullenerek yaptılar. Bu diktatörlükler, Batılı başkentlerdeki çıkarlarını teminat altına almak için İsrail’in varlığını tanımanın tek yol olduğunu artık kabullendiler.
İsrail’in askeri işgaline karşı meşru direnişi “terörizm” olarak lanse etmek ABD, Avrupa ve İsrail’in Filistin davasını tasfiye etmek için sıkça başvurduğu bir yöntem. İşgal karşısındaki silahlı direnişi gayrı meşru ilan edebilmek, İsrail işgal kuvvetlerinin uyguladığı devlet terörüne karşı ortaya konan entelektüel, ideolojik ve askeri çabaları bertaraf edebilmek adına “barışçıllık” söylemi altında adeta bir asimilasyon süreci işletiliyor.
Arapların Filistin meselesini çözüme kavuşturma yönündeki görüşleri, başta Arap dünyasında yaşanan dahili krizler olmak üzere bölgesel ve uluslararası krizleri takip eden bir seyir izleyerek Filistin’in özgürlüğü söyleminden İsrail ile normalleşme söylemine gerilemiş durumdadır. Bu söylem tam olarak Amerika ve Avrupa’nın Filistin sorununa bakış açısını temsil ediyor. İsrail’in savaş ve işgal konsepti de birçok yönüyle bu tez üzerine bina edilmiştir.
Soğuk Savaş yıllarının geride kalması ve “İslami terörizm” kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte Arap dünyasındaki yöneticiler, Filistin halkını ve davasını bir pazarlık unsuru olarak ele almaya başladılar. Körfez Savaşı sonrasında Madrid Barış Konferansı (1991) başladı. Eylül 2001 olaylarını izleyen süreçte, bir yıl sonra Suudi Arabistan’ın girişimiyle Arap Barış İnsiyatifi gündeme geldi. O tarihe kadar Suudi Arabistan, Hamas’ı en azından bir direniş hareketi olarak kabul ediyor ve Batılıların Hamas’ı izole etmeyi hedefleyen her türlü hamlesine muhalefet ediyordu.
IŞİD’in yükselişi ve Vahhabilik konusu, Suudi Arabistan’ın şiddet yanlısı aşırılıkçılar üzerindeki etkisi meselesiyle gündeme gelmeye başlayınca Riyad yönetimi, Vahhabi Selefilerle olan ilişkisini gözden geçirme sürecine girdi ve terörizm algısını genişletti. Terörle mücadelede sergilediği çabalara meşruiyet devşirebilmek için ABD, Avrupa ve İsrail’in terör tanımlamalarına tam teslimiyet gösterdi ve Filistin konusunda da bunlarla özdeşleşti. Suud dışişleri bakanı için ABD ve Avrupa’da yaptığı bütün konuşmalarda meşru direniş hareketlerini birer terör örgütüymüş gibi nitelemek, tam bir zorunluluk olmuştu artık. Örneğin Avrupa Parlamentosu Dışilişkiler Komisyonu’nun 22 Şubat’ta Brüksel’de düzenlediği oturumda konuşan Adil el-Cübeyr, Katar’ın Hamas’a ekonomik olarak destek vermeyi kesmesinin Gazze’de kontrolün Filistin Yönetimi’ne geçmesine olanak sağladığını belirterek bu konuşmada kısa bir süre önce “terörist” olarak nitelediği Filistin İslami Direniş Hareketi’ni “aşırılıkçı” olarak nitelemişti.
Hamas’ın terör örgütü şeklinde tanımlanmasının “Yüzyılın Anlaşması” olarak kayıtlara geçen (Suudi Arabistan’ın da destek verdiği) ABD ile İsrail arasındaki mutabakatın uygulamadaki en temel noktalardan biri olduğuna şüphe yok. Bu anlaşma, Trump’ın Amerikan ulusal güvenlik belgesindeki ilkeleri yerine getirme adına Kudüs’ü Siyonist devletin başkenti olarak tanıdığını ilan etmesi ve büyükelçiliği Kudüs’e taşıyacağını açıklamasıyla birlikte artık iyice kesinleşmiş durumda. ABD’nin ulusal güvenlik strateji belgesi, söz konusu anlaşmanın özünü ve sebeplerini de gözler önüne seriyor: “Onlarca yıldır bölge barışının önündeki en büyük engel İsrail-Filistin çatışmasıdır. Fakat İran’ın aşırılıkçı İslami terörünün bugün kendini artık net bir şekilde göstermesiyle birlikte Ortadoğu’daki çatışmanın esas kaynağının İsrail olmadığını farkediyoruz. Bölgede İran tehdidine karşı koymak için İsrail ile ortak çabalar ortaya koyma potansiyeli sergileyen ülkeler de var.”
Ortadoğu’daki tehlikelerin doğasını anlamak için ortaya konulan Amerikan stratejisi Washington’un bölgede iki tehdit ile yüz yüze olduğunu ileri sürüyor: Terörizm ve İran.
Amerika’nın terör tanımlamalarını olduğu gibi kabul etmek, Yüzyılın Anlaşması’nın bir parçası olup, asıl hedef Amerikan emperyalizmi, Arap diktatörlükleri ve işgalci İsrail üçlüsü arasında ortak tehditlerle yüzleşme bahanesi altında bir ittifak kurmak ve böylelikle İsrail’i Arap dünyasına entegre etmek. Trump yönetiminin bu konuda iki önceliği var: Terör destekçisi olarak tanımladığı İran’ın etki alanını daraltmak ve İhvanı Müslimin ideolojisinden beslenen aşırı gruplarla mücadele etmek. El-Cübeyr’in Hamas’ı terörist ilan eden açıklaması, işte tam da ABD’nin Yüzyılın Anlaşması’nı hayata geçirebilmek için başlattığı hızlandırılmış sürecin bir parçası. Bu süreç, Filistin davasının tasfiye edilmesini ve İsrail’in bölgenin Müslüman-Arap kimliğiyle örülmüş coğrafi dokusuna entegre edilmesini hedefliyor. 31 Ocak’ta Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Hamas lideri İsmail Heniyye’yi terör listesine ekledi. Geçtiğimiz yılın Temmuz ayında Avrupa Adalet Mahkemesi, İslami Direniş Hareketi -Hamas’ın- AB için halen terör örgütü olduğuna karar verdi.
Mısır’da seçimle görev başına gelen ilk cumhurbaşkanı olan İhvanı Müslimin’in temsilcisi Muhammed Mursi’ye yönelik gerçekleştirilen askeri darbe, Suudi Arabistan ve BAE tarafından büyük bir sevinçle karşılanmıştı. İhvan’a yönelik darbe, bu hareketi yalnızca siyasi arenada işlevsizleştirmekle kalmadı 25 Aralık 2013’te bütün grup üyeleri Mısır rejimi tarafından resmen terör örgütü üyesi olarak kabul edildi. İhvanı Müslimin hareketinin meşruiyet zemininin yok edilmesine dönük hamleler Mısır ile sınırlı da kalmadı. Bölgedeki çeşitli Arap ülkeleri özellikle de Körfez Ülkeleri İhvan’ı terör örgütü ilan etti. İhvanı Müslimin, 7 Mart 2014’te Suudi Arabistan’da 15 Kasım 2014’te de BAE’de terör örgütleri listesine alındı.
İhvan’ın terör örgütü olarak ilan edilmesi, şaşırtıcı olduğu kadar anlamsız ve saçmaydı da. Öyle ki İhvanı Müslimin demokrasiyi savunan barışçıl bir hareket olmanın yanında ABD’nin ve AB’nin bile terör listesinde bulunmuyor. Daha da garip olanı ise Hamas’ın bu Arap yönetimler tarafından terör örgütü olarak ilan edilmesi oldu zira Hamas, İsrail işgaline karşı mücadele veren bir direniş hareketidir ve işgal altındaki Filistin toprakları haricinde hiçbir askeri faaliyeti bulunmamaktadır. Bu basit gerçek, bazı ülkelerin Filistin meselesinin hassas ve karmaşık konumunu da göz önünde tutarak Hamas’ı açıkça terör listesine koymakta şimdilik tereddüt etmelerine sebebiyet vermiş gibi görünüyor. Kahire mahkemesinin 28 Şubat 2015’te aldığı karar, Hamas’ı terör örgütleri listesine eklenmesi yönündeydi fakat temyiz mahkemesine götürülen bu karar, delil yetersizliği nedeniyle Haziran 2015’te bozulmuştu. Sonraki süreçte de Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn Haziran 2017’de ortak bir terör listesi yayınladılar. O tarihte Katar ile ilişkisi bulunan 59 şahıs ve 12 kuruluş terör örgütü ilan edildi. Fakat bu listede Hamas’ın ismi yoktu.
Suudi Arabistan, Mısır ve BAE Hamas’ı terör örgütleri listesine koymanın karmaşık sonuçlar doğuracağının net bir şekilde farkında. Bu ülkeler bir yandan el-Fetih ile Hamas arasında diyalog ve uzlaşı gerçekleşmesi için çalışırken bir yandan da Amerika’nın, Avrupa’nın ve İsrail’in tanımlamalarını kullanarak kendilerini “terörle mücadelede” güvenilir partner olarak sunmakta ısrarcılar. Mayıs 2017’de Riyad’da düzenlenen ve 55 İslam ülkesi liderinin katıldığı Arap İslam Zirvesi’nde konuşan Trump, Hamas’ın bir terör örgütü olduğu konusunda net ifadeler kullanmıştı. Hamas’ı IŞİD ve el-Kaide ile bir tutan Trump, Hamas’ın da bölgeyi tehdit eden bu yapılardan biri olduğunu dile getirmişti. Öyle ki Arap ve İslam ülkelerine açık bir çağrıda bulunan Trump, bütün ülkelerin Hamas üyelerini sınır dışı etmesi gerektiğini söylemişti. Trump’ın bu konuşmasına ve organizasyona ev sahipliği yapan Suudi Arabistan’dan ise bu açıklamalara hiçbir cevap verilmemişti. Amerika, Yüzyılın Anlaşması’nı hayata geçirmek için açıkça Hamas üzerindeki baskıyı arttırmaya çalışıyordu.
Suudi Arabistan’ın da Hamas’ı terör örgütü olarak sınıflandırmasına noktasındaki ısrarı ancak Yüzyılın Anlaşması çerçevesinde anlaşılabilir. Halklarının meşru taleplerini görmezden gelen ve insan haklarını hiçe sayan yerel diktatörlükler, kendi meşruiyetlerinin sorgulanmasını engellemek için Filistin davasının tasfiyesini öngören müdahaleci bir tavra bürünmüş durumdalar. Bu mantık, Trump’ın Riyad’da yaptığı konuşmada kendini ortaya koymuştu. Trump orada açıkça Hamas’a karşı bir tavır geliştirmişti. Adil el-Cübeyr’in Brüksel’de Hamas hakkında yaptığı açıklamalar bu yüzden aslında sürpriz de değildi. Benzer yöndeki açıklamalarını geçtiğimiz Haziran ayında Paris’te tekrarlamış olması da… İsrail yönetiminin Filistin toprakları üzerindeki aktivitelerinin koordinasyondan sorumlu olan isim Yoav Mordechai, el-Cübeyr’in Hamas konusunda yaptığı açıklamalara Twitter’dan şu tepkiyi vermişti: “Eğer Suudiler, Hamas’ı bu şekilde tanımlıyorlarsa, artık onlarla aynı fikirdeyiz”.
İslami Direniş Hareketi Hamas, 24 Şubat’ta bir bildiri yayınlayarak el-Cübeyr’in Avrupa Parlamentosu’nda Hamas’ı kast ederek sarf ettiği “radikal/aşırılıkçı” yönündeki ifadelerini açıkça kınadı. Suudi Dışişleri Bakanının sürekli hale gelen tahrik dolu açıklamalarının Filistin halkının meşru direnişini karalama hedefi güttüğünün dile getirildiği bildiride Suudi Arabistan halkının Filistin davasını ve direnişini destekleme konusunda yönetimle aynı fikirde olmadığının bilindiği ifade edildi. Cübeyr’in açıklamalarının İsrail’in zulüm ve katliamlara devam etmesi yönünde teşvik edici bir mahiyet taşıdığı belirtildi. Tabi ki Hamas, Suudilerin son dönemde açıkça sergilediği pozisyon değişikliğinin temelinde Yüzyılın Anlaşması’nın yattığını biliyor.
Sonuç olarak, Adil el-Cübeyr’in Hamas’ı terör örgütü olarak lanse eden ve sürekli olarak tekrar ettiği açıklamaları, Suudi Arabistan’ın Filistin meselesi konusundaki bariz pozisyon değişikliğinin ve Trump’ın Yüzyılın Anlaşması olarak geliştirdiği sürecin yansımasıdır. Bu anlaşma sadece Filistin davasının tasfiyesinin önünü açmakla kalmıyor, aynı zamanda “terörle mücadele” söylemi altında bölgede sömürgeci dönemin kalıntısı olarak varlık sürdüren diktatör rejimlerin uluslararası alanda yeniden meşruiyet devşirebilmek ve tarih sahnesinde tutunabilmek adına açıkça Filistin meselesi karşısında tavır takınmasını ve böylelikleİsrail’in bölgeye tam entegrasyonunu öngörüyor. Bu anlaşma, Arap ülkeleri açısından terörle özdeşleşmiş yerel ve bölgesel yeni bir düşmanlığın yaratılmasını öngören kurgusal anlatı üzerinden İsrail ile kalıcı bir dostluk kurulmasını öngörüyor. Bu anlaşma, İsrail’e karşı olan düşmanlığın Filistin davasına destek veren ülke ve yapılara indirgenmesi anlaşmasıdır. Özellikle de İran İslam Cumhuriyeti ve İhvanı Müslimin’in bölgesel olarak hedefe konulduğu bir anlaşmadır. Bu da Hamas’ın açıkça hedefte olduğu anlamına geliyor.
(Çeviri: Enes Berat GÜRLER)
KUDÜS HABER