İmam Hamenei'nin resmi sitesi olan Khamenei.ir Lübnan Hizbullah'ı Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah ile bir röportaj gerçekleştirdi. İlk kez yayınlanan bu röportajın üçüncü bölümü
Bugün bir Filistin devleti arzusunun desteklenmesine kim öncülük etmektedir?
Bugün Ayetullah Hamaney'in (Allah onu korusun) Filistin davasının bayraktarlığını yaptığına dair hiç şüphe yoktur. Bugün İran İslam Cumhuriyeti'nin kararlılık, irade ve güçle direniş hareketinin öncüsü, ana çekirdeği ve ana ekseni olduğundan kimsenin şüphesi yoktur.
İsrailli yetkililer 2000 yılında güney Lübnan'dan çekileceklerini duyurdular ve bu gönüllü bir hareketmiş gibi davranmaya çalıştılar. Güney Lübnan'dan gönüllü bir biçimde mi çıktılar yoksa buna zorlandılar mı?
İsrailliler Direnişin kendilerine verdirdiği ağır maddi ve insan kayıpları yüzünden güney Lübnan'ı terk etmek istedi. Direnişin ve düzenlediği operasyonların İsrail'i Güney Lübnan'ı terk etmeye zorladığına dair hiçbir şüphe yoktur. Lübnan'da kimsenin bundan şüphesi yoktur, yani herkes bunu kabul eder. Direnişin gün be gün düzenledği operasyonlar olmasaydı İsrail güney Lübnan'da kalmaya devam edecekti ki bundan da kimenin şüphesi yoktur. İsrailliler elbette ki Direnişin en ağır baskıları altında bile düşmanlarından tavizler koparmaya ve Suriye ile Lübnan'a kendi ön koşullarını dayatmak istiyorlardı. O dönemde gerek Lübnan gerekse Hafız Esad yönetimindeki Suriye, İsrail'e herhangi bir taviz vermeye yanaşmadı. Bu durum Lübnan hükümetine çok yardımcı oldu zira Suriye'nin Lübnan hükümeti üzewrindeki güçlü bir nüfuzu vardı ve bu durum hükümetin İsrail'in şartlarını reddetmesini kolaylaştırdı. Burada, İzak Rabin ile Hafız Esad arasındaki görüşmelerle ilgili bir noktayı daha belirtmek istiyorum: İsrail – Suriye müzakerelerrinin sona ermesine katkı yapan faktörlerden birisi o zaman Hafız Esad'ın aldığı pozisyondu. Çünkü İsrailliler 4 Haziran sınırlarını gündeme getirdiğinde Hafız Esad, Taberiye Gölşünü geri almak için ısrar etti. Suriye – İsrail müzakerelerinin, İzak Rabin'in ölümünden sonra Şimon Peres döneminde devam etmemesinin sebeplerinden birisi buydu.
Şimdi Güney Lübnan meselesine geriş dönelim. İsraillilerin Suriye ve Lübnan'dan taviz koparmaya ve onlara kendi ön şartarını dayatmaya çalıştığını söylemiştik. Suriye ve Lübnan hükümetleri buna da karşı çıktı. Hizbullah ve Direniş de bunu reddetti. Diğer yandan Hizbullah Direnişi, İsrail Lübnan'da kalmanın kendisi açısından maliyetli olduğunu ve Lübnan'dan taviz koparamayacağını anlayana kadar, operasyonlarını sürdürdü. Sonunda Güney Lübnan'dan önşartsız çıkmaya karar verdiler. Ayrıca o zamanlar dikkatinizi çekmek istediğim bir iç baskı daha vardı. İşgal altındaki yerleşimlerde yaşayan İsrailliler de İsrail rejiminin Suriye'den çekilmesi için baskı yapıyordu. Ölen İsrail askerleri ile sivillerin aileleri İsrail'in Lübnan'dan çıkmasını talep ediyordu. Daha da ilginç olan şey onların 2000 yılı Temmuz ayını Lübnan'dan çekilme tarihi olarak belirlemesine rağmen Direnişin yoğun operasyonları Tel Aviv'i Lübnan'dan çekilmeye zorladı ve rejimin askerleri tam bir utanç ve çöküntü içinde Güney Lübnan'ı terk etti. Bu Allah'ın lütfuydu.
Bir soru daha sorarak bu tartışmayı bitirmek istiyorum. Ayetullah Hamaney birkaç yıl önce İsrail'in en fazla 25 yıl daha yaşayacağını söylemişti.
O konuya gelmeden önce 2000 zaferi hakkında söyleyeceklerimi bitirmek istiyorum. Ayetullah Hamaney ile ilgili önemli bir hatıram var. 1996 yılında onun Suriye ile İsrail arasında bir barış anlaşması olmayacağını söylediğimi hatırlarsınız. 2000 yılında, İsrail'in Güney Lübnan'dan çekilmesinden birkaç ay önce, planlarımıza uygun bir şekilde, Ayetullah Hamaney ve İranlı yetkililerle görüşmek üzere Tahran'a gittik. Biz, yani Hizbullah konseyi İran'daydık. Bu gezide ilk kez Hizbullah'ın komutanları da bize eşlik ediyordu ve Direnişin yaklaşık 50 komutanı bizimleydi.
O zamanlar, 2000 yılında İsrail'in Güney Lübnan'dan çekilmeyeceğini süşünüyorduk. Emin değildik ama, İsrail'in bazı önkoşullar dayatmadan çekilmeyi kabul etmeyeceğine inandığımız için bunu ihtimal dışı kabul ediyorduk. Komutana şunu söyledik: 'İsrail'in Güney Lübnan'dan çekilmesi mümkün değil. Görünüşe göre İsrail Lübnan'da uzun bir süre kalacak ve İsrail'in önkoşulsuz çekilmesini sağlamak için daha fazla zamana ve operasyon düzenlemeye ihtiyacımız var.' O da şunu sordu: 'Neden imkansız olduğunu düşünüyorsunuz?' Cevapladık: 'Çünkü bu adım İsrail için büyük bir tehdit oluşturacak. İsrail'in Güney Lübnan'dan ön şartsız çekilmesi açık bir zafer anlamına gelir ve Direnişin ilk büyük zaferi olarak düşünülecektir. Doğal olarak Filistini ve Filistin halkının iç gündemini etkileyecektir. Bu durum İsrail açısından stratejik bir tehdit oluşturacaktır ve Filistinlilere esas yolun müzakere değil direniş olduğuı mesajını gönderecektir. Bu mesaj "müzakereler topraklarınızı ve mukaddestaınızı sizden aldı ancak direniş Lübnan'ı ve güney Lübnan'ı özgürleştirdi" olacaktır.' İşte o zaman Komutan şunları söyledi: 'İsrail'in Lübnan'ı yeneceğini ve sizin muzaffer olacağınızı ciddi şekilde düşünmenizi öenriyorum. Eylemleriniz ile geleceğe dair planlarınızı bu varsayıma görte yapın. İsrail'in Lübnan'dan çekilmesini askeri, saha çalışması, medya ve siyasi açılardan nasıl karşılayacağınızı planlayın.' Bu sözler bizi şaşkına çevirmişti çünkü hepimiz seçimi yeni kazanan Erhud Barak'ın çekilme sözünü yerine getirmeyeceğine inanıyorduk. Zira koyduğu önkoşullar karşılanmamış ve özellikle güvenlikle ilgili anlaşma sağlanmamıştı. Yani ne Lübnan hükümeti ne Suriye hükümeti ne de Lübnan Hizbullahı İsrail'e güvenlikle ilgili bir söz vermemişti. İsrail'in çekilmesinin nasıl mümkün olacağı muammaydı. Bu akıl ve mantık dışı görünüyordu.
Daha da önemlisi, toplantının ardından akşam saatlerinde Direnişten aralarında merhum Hac İmad Muğniyye'nin de bulunduğu kardeşlerle birlilte Komutanın evine gittik. Direnişteki kardeşlerimiz ön cephede savaşıyorlardı ve her an şehit olmaya hazırdılar. Komutanın evine girince biz ve kardeşlerimiz ibadet amaçlı kullanılan büyük bir salona gittik. Kardeşlerimizin üzerinde askeri üniformaları ve boyunlarında kefiyeleri vardı. İran'daki Besic güçlerine çok benziyorlardı. Komutan ile cemaat namazı kılacağımız ve törenin sonunda selamlarımızı sunacağımız düşünüyorduk. Komutan Yatsı namazını kıldıktan sonra Lübnanlı kardeşlerini selamlamak için ayağa kalktı.
Komutan daha sonra arkadaşlarının gitmesini söyledi. Sonra bana 'Sizi dinlemek için buradayım.' dedi. O anda kardeşlerimizden birisi geldi ve Komutanın elini öptü. Kardeşlerimizden bazıları ağlamaya başladı. Bazıları o kadar etkilendi ki ayakta duramıyorlardı. Yavşça öne geldiler. Kardeşlerden birisi Komutanın elini öptü ve diğeri ayağını öpmek için eğildiğinde ona izin vermedi. Bana döndü ve 'Onlara oturmalarını ve sakin olmalarını söyle ki konuşabilelim.' dedi. Tören için bir konuşma planlanmamıştı. Kardeşlerime sakin olmalarını söyleyerek Komutanın konuşmasını onlara tercüme etmeye başladım. Değindiği konular arasında birisi vardı ki bence sadece basit bir siyasi analiz değil, onun manevi görüşünden kaynaklanan daha derin bir şeydi. Şöyle söyledi: 'Allah'ın lütfu ile muzaffer olacaksınız. Zaferiniz bazılarının düşündüğünden çok daha yakın.' Bana işaret ediyordu çünkü İsrail'in bu şekilde çekilmesinin mümkün olmadığını biz söylemiştik. Sol eliyle böyle işaret ederek şunları söyledi: 'Muzaffer olduğunuzu her biriniz kendi gözlerinizle göreceksiniz.'
Daha sonra Lübnan'a döndük. O dönem büyük operasyonlar gerçekleştirdik ve tabii ki Direnişin çok sayıda üyesi şehid oldu. 25 Mayıs günü İsraili güney Lübnan'dan şaşırtıcı, beklenmeyen ve onursuz bir biçimde çekilmeye başladı. Sınır boyunca ilerlerken de bazı şehitler verdik. İnkılap Lideri'nin iki tahmini de işte burada gerçekleşmişti. Birincisi, Direnişin zaferi çok yakın olmuştu yani söz konusu görüşmeden sadece birkaç ay sonra. İkincisi de Komutan ile görüşmede hazır bulunan ve cephe operasyonlarına katılan herkes büyük zafere kendi gözleriyle canlı canlı şahit olmuştu.
Size daha önce sorduğum soru Ayetullah Hamaney'in, İsrail'in önümüzdeki 25 seneyi göremeyeceği ile igili sözleriydi. Yani Siyonist rejimin 25 yıl içinde yok olacağı. Bu cümle farklı şekillerde yorumlandı. Bazıları bunu kesin bir söz olarak algıladı ve gerçekleşene kadar gün saymaya başladı. Diğer yandan kibir cephesi de açıklamanın yorumlarıyla alay etmeye başladı. Siz çeşitli zamanlarda Siyonist rejimin karşısında durdunuz ve bu rejime karşı pek çok savaş tecrübeniz var. Ayetullah Hamaney'in bu açıklamasını duyduğunuz zaman, sizin tecrübelerinizi de göz önüne alarak, sizin algınız ve duygularınız nasıldı?
Öncelikle ben Ayetullah Hamaney'in bu açıklamalarına şahsen şaşırmadım. Zira geçmiş yıllarda, özellikle 2000 yılında yani Siyonist rejime karşı zafer kazanamamızın ardından yaptığımız özel görüşmelerde benzer açıklamalar duymuştuk. Zaferden birkaç ay sonra Ayetullah Hameney'i ziyaret ettik. Zaferden dolayı çok mutluydu. Geleceği konuştuk. O zaman şöyle dedi: 'Eğer Filistin halkı, Lübnan'daki direniş ve bölge halkları kendi görevlerini düzgün bir biçimde gerçekleştirir ve bu yolu sürdürülerse İsrail'in bölgedeki varlığı kesinlikle uzun sürmez.' O zaman 25 yıldan daha az bir süre söylemişti.
Yani ben Komutanın 25 yıl açıklamasını duyunca onun İsrail'e fazladan zaman verdiği sonucuna vardım. Bu yüzden şaşırmadım. Dier yandan Komutanın İsrail hakkındaki bu açıklamalarının kesinlikle ciddiye alınması gerekir. Daha önce bazılarını anlattığım tecrübelerimize göre Komutanın Yüce Allah tarafından teyid edildiğine ve 33 gün savaşında olduğu gibi bazı ifadelerinin başka kaynaklardan geldiğine inanıyoruz. Şuna da dikkat edilmeli ki bütün veriler, araştırmalar ve bilgiler İsrail'in ortadan kaldırılacağını gösteriyor. Ancak bu, kayıtsız şartsız gerçekleşmeyecektir. Belirli şartlar altında gerçekleşecektir. Yani eğer direnir ve yolumuzda ilerlemeye devam edersek fiili şartlar ve saha şartları İsrail'in bölgede 25 yıldan fazla kalamayacağına işaret ediyor.
İsrail rejimi ile ilgili çok sayıda araştırma ve çalışma yaptık. Şu sorulara cevap bulmaya çalıştık: Bu rejimin temelleri nelerdir? Bu rejimin var olmasını sağlayan gizli faktörler nelerdir? Bu rejimin güçlü ve zayıf tarafları nelerdir? Yani Direniş her zaman araştırmalardan ve aklınm gücünden faydalandı. Mevcut gerçeklere göre düşünmeyi seçti.
Siyonizme karşı savaşta devrimci bir ruh olmasına rağmen bu, savaşın araştırma ve akılcılıktan yoksun olduğu anlamına gelmiyor. Komutanın sözlerinin gizli boyutlarını bilmiyorum. Saha çalışmaları ile gerçek araştırmalara dayanarak İsrail'in bölgedeki varlığının doğal bir varlık olmadığı ve bu yüzden varlığını sürdüremeyeceğini açıkça söyleyebiliriz. Onun varlığı bölgenin doğasıyla uyuşmuyor. Bu varlık bölgeye dayatıldı ve bu yüzden normalleşemez. Normal bir varlık haline dönüşemez.
Daha da ötesi, Arap kralları, emir ve yöneticileri istese bile bölgedeki bütün milletler İsrail'in varlığına karşıdır ve yöneticilerinin isteğine rağmen onun gayrimeşru varlığını reddeder. İsrail'in varlığında bol miktarda zayıflık mevcuttur ve bu rejimin yıkılma ihtimali oldukça yüksektir. İsrail'in görünen zayıflığına iki örnek vereyim: Birincisi, İsrail'in şu andaki gücü ağırlıklı bir biçimde ABD'ye bağlıdır. Sonuç olarak, SSCB'ye olduğu gibi ekonomik çöküş, iç sorun ve uyumsuzluklar ve doğal afetler yani ABD'yi kendi sorunlarıyla meşgul ederek bölgedeki nüfuzunu azaltmasına yol açacak herhangi bir olay sonucunda İsraillilerin eşyalarını toplayıp mümkün olan en kısa sürede bölgeyi terk ettiğini göreceksiniz. Yani onların yok olması için bir savaş şart değil.
İsrail'in Filistin'deki varlığı ABD'nin manevi, psikolojik, askeri ve ekonomik desteğine bağlıdır. Eğer ABD kendi sorunlarıyla meşgul olursa İsrail'in yaşama şansı olmayacak ve bu rejim ile savaşmak için bir sebep kalmayacaktır. Bu, gerçekten tahmin edilebilen örneklerden sadece birisidir.
Herkes ABD'nin İsrail için yılda 3 milyar dolar ayırdığını biliyor. Diğer yandan İsrail'in ABD'deki bankacılık faaliyetlerinden yıllık kazancı 10 milyar dolardır. ABD'deki vergi mükelleflerinin ödemelerinin bir kısmı İsrail için harcanır. Daha da ötesi en gelişmiş teknolojiler İsrail'e aktarılır. Washington'un İsrail'e desteği çok açıktır. Arap rejimlerinin İsrail'e karşı utanç verici bir tavır almalarının en önemli sebeplerinden birisi İsrail'den değil ABD'den korkmalarıdır. Eğer bazı Arap rejimleri ile Arap ordularının ABD baskısından özgür olduğu bir gün gelirse onların İsrail'e karşı tavırları farklı olacaktır. Ordu ve rejimlerin kendileri bile farklı bir tavır alacaktır.
Başka bir örnek daha vereyim: dünyadaki yönetimler genellikle kendileri için ordular kurarlar ancak İsrail'in rejim için kurulmuş bir ordu olduğu ifade edilir. Dünya üzerinde bir ülkenin ordusu çökebilir ancak ülke var olmaya devam eder. Örneğin ABD'nin Irak'a açtığı savaşın ardından Amerikalılar Irak ordusunu dağıtmıştı ancak Irak var olmayı sürdürdü ve yok olmadı. Dünyada ordusu olmayan ya da zayıf orduları olan ülkeler var ancak İsrail rejimi güçlü bir ordu olmadan hayatta kalamaz. Orfusu yenbilirse ya da yerleşimciler İsrail ordusunun kendilerini korumada yetersiz, zayıf ve istikrsız olduğu gerçeğini kavrarsa eşyalarını toplayıp kaçtıklarını göreceksiniz.
Sevgili kardeşlerim! İsrail'in pek çok hayati zaafı var. Bu yüzden, bu rejime karşı milli irade gücünün gölgesinde bölgesel ve uluslararası hadiselerin gerçekleşeceğine inanıyorum. Yeni nesle ve Allah'ın takdiri ile bu yeni neslin Filistin'e girerek Kudüs'te namaz kılacağına inanıyorum. İsrail'in yok olacağına inanıyorum.
İmam Hamaney'in Hizbullah'a General Süleymani aracılığıyla gönderdiği gizli mektup
33 gün savaşı İsrail'in ve onun karşısında duran Hizbullah ile Direniş Ekseni'nin ne kadar güçlü olduklarını gösteren iyi bir test oldu. İsrail ordusu geçmişte bazı Arap ülkelerine karşı savaşmış ve 6 gün savaşında onları mağlup etmişti. Siyonist ordunun 33 gün savaşında Hizbullah'a ait yerlere ve güney Lübnan'daki masum insanlara acımasız saldırıları oldu ancak bu saldırılar nihayetinde savuşturuldu. Bu savaş ile sonundaki zaferin tarihteki dönüm noktalarından birisi olduğu görüldü. Sizin bu savaşla ilgili ve İsrail'in hedeflerine ulaşamadan mağlup olmasıyla ilgili tahlilleriniz nelerdir? Diğer bir ifadeyle bu mağlubiyet Tel Aviv'i hangi yöne götürdü.
Bu konuyu genişçe tartışırken 11 Eylül sonrasına atıf yapabiliriz. O zamanlar yani George Bush döneminde ABD'de Yeni Muhafazakarlar ortaya çıkmıştı ve Lübnan savaşı aynı projenin ve büyük bir planın parçasıydı. Ayetullah Ahamaney'in bölgedeki liderlik rolünün öneminin giderek daha belirginleştiği dönem o dönemdi. George Bush ve ekibi 11 Eylül hadisesini bölgedeki ülkelere saldırmak için bir bahane olarak kullandılar. 11 Eylül olayından önce bile bu saldırıları yapmayı düşünüyorlardı. Kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle Irak'ı hedef olarak seçmişlerdi. Ancak 11 Eylül'den sonra, önce Afganistan'a ve sonra Irak'a gitmek zorunda kaldılar.
Daha sonra 2000 ve 2001 yılarında bir Amerikan projesi başladı. Washignton bölgede Araplar ile İsrail arasındaki barış sürecinin zayıfladığına inanıyordu. Direniş Lübnan'da büyük bir zafer kazanmış ve sonucunda İsrail, Güney Lübnan'dan çekilmişti. İran da hem içeride hem de bütün bölgede daha da güçlenmişti. Bu, Lübnan, Suriye, İran ve hatta Filistin direniş grupları için büyük bir zaferdi. İran hem içeride hem de bölgede gücünü giderek artırıyordu. Bu gelişmeleri gören ABD, bölgede güçlü bir askeri varlık bulundurmaya karar verdi. Böylece öncelikle bölge ülkelerinin petrol ve doğal kaynakları üzerinde hakimiyet elde ederek çıkarlarını koruyacak ve ikinci olarak da İsrail'in işine yarayacak bir çözümü bölgeye dayatarak onun varlığını sağlamlaştıracaktı.
Bu hedefe ulaşmak için bütün engelleri aşmalıydılar. Bu engeller Filistin Direnişi, Lübnan Direnişi, Suriye hükümeti ve İrandı. Onların izlediği proje buydu. Bütün belge ve kanıtlar bunu doğruluyor. 11 Eylül'den sonra Afganistan'a girmek zorundaydıklar çünkü neo-konlar ve George Bush'un projesinin karar bölümü İran'ı kuşatmayı ve izole etmeyi içeriyordu. ABD'nin Pakistan'daki, Fars Körfezi ülkelerindeki ve Körfez sularındaki güçleri yanında Suriye ve bazı komşu ülkelerdeki güçleri İran kuşatmasını tamamlamak için Afganistan'a ve sonra Irak'a konuşlandırıldı
Elbette ki Amerikalıların İran'ı izole edip ona saldırmadan önce Irak'ta tam hakimiyet sağlamaları, Filistin ve Lübnan'daki Direnişli yok etmeleri ve Şam hükümetini ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Yani İran'ın dostlarını ve ABD'nin bölgede İran'ın güçlü müttefikleri ve kolları olarak algıladığı ülkeleri. Amerikalılar ayrıca İsrail ile aşağılayıcı bir barış imzalamaya direnenleri de yok etmek istedi. Çünkü İsrail ile barış, İran'ı izole edip ona saldırmanın koşullarından biriydi. Yani ilk hedef doğrudan askeri varlığı genişletmek ve sonra hükümetleri devirmek, direniş gruplarını ortadan kaldırmak, Arap – İsrail barışını gerçekleştirmek ve Washington önderliğinde tek bir Arap – İsrail cephesi oluşturup İran'a saldırarak İslam Cumhuriyetini yıkmak ve ülkeyi ele geçirmek. ABD'nin projesi buydu.
Böylece ilk adım Afganistan'da ve ikinci adım da Irak'ta başlatılan savaştı. Size üçüncü aşamanın ne olduğunu söyleyeceğim. Hatırlayacağınız gibi Irak savaşının ardından dönemin ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell elinde uzun bir koşul listesiyle Şam'a giderek Beşar Esad ile görüşmüştü. ABD'nin bölgeye saldırılarılından sonra yaratılan korku atmosferinden yararlanarak Golan Tepeleri, Filistin, Filistin Direnişi, Lübnan Hizbullahı gibi konularla ilgili şartlarını dayatmak istiyordu. Yani uzun bir liste vardı. Ancak ABD'nin tehditlerine rağmen Beşar Esad teslim olmayı reddetti.
Yani Amerikalılar başarısız oldu ve sonraki aşamaya geçti. O zamanlar Filistin'de Yasama Meclisi seçimleri yapılacaktı. ABD, Mahmut Abbas başkanlığındaki Filistin Yönetiminin seçimi kazanacağını ve Hamas ile diğer direniş gruplarının kaybedeceğini düşünüyordu. Washington, Filistin Yönetimi'nin kazanacağını ve direniş gruplarını silahsızlandırarak İsrail ile barış sürecini başlatacığını hesaplamıştı. Ama ne oldu? Büyük bir sürpriz. Hamas oyların ezici bir çoğunluğunu alarak Yasama Meclisini ele geçirdi. Bundan sonra ABD bir sonraki adımını attı. Yani Lübnan'a saldırdı. Bu noktada 33 gün savaşı başladı ve Hizbullah Direnişi sahne aldı.
ABD'nin amacı Filistin'de Hamas ve İslami Cihad'ı etkisizleştirip Lübnan Hizbullahına saldırmaktı. Bu hedeflerini başarmalarının ardından da planlarına göre Sıra Suriye'ye gelecek ve Şam hükümetini devireceklerdi. Daha sonra da İsrail ile barış ve Araplar ile İsrail arasında normalleşme süreci başlayacaktı. Sonra da İran kuşlatma altına alınıp izole edilecekti. Elbette o dönem Filistin Direnişine karşı zafer, İsrail'in Lübnan'da Hüzbullah'a karşı zaferi ve Beşar Esad hükümetinin devrilmesi, George W. Bush için büyük bir başarı olacaktı. Bush böylece Kongre'de ve başkanlık seçimlerinde zaferler elde edebilecekti.
2006 sonlarında, Kongrenin ara seçimleri yaklaşırken ve George Bush'un sandalyelerin üçte ikisini kazanması gerekirken Amerikalı bir yazar bana, daha sonra kaleme de aldığı şu sözleri söyledi: 'George W. Bush'un Kongre seçimlerini ve sonrasında başkanlık seçimlerini kazanmak için seçim kampanyasınma bir kovboy gibi yani elinde üç kanlı kelle ile girmeye şiddetle ihtiyacı var: Filistin Direnişinin kellesi, Hizbullah Direnişinini kellesi ve Beşar Esad'ın kellesi. Eğer Bush bu üç kelleyi eline geçirirse kongre seçiminde partisi adına oyların üçte ikisini elde ederken aynı zamanda İran'a karşı savaşı da garanti edebilir.' Yapılmak istenen şey aslında Filistin sorununu bitirip İran'a karşı savaş hazırlığı yapmaktı. Bu konuyu ayrıntılarıyla anlatacağım ve bu meseleyi İran halkına açıklama fırsatı elde etmeyi umuyorum. Böylece İranlılar bölgedeki çatışma ve anlaşmazlıkların nihai hedefinin sadece Filistin değil, ABD'nin İran üzerindeki hakimiyetini tekrar kurmak ve Şah dönemine geri dönüp İran'ın kaynak ve tesislerini yönetebilmek olduğunu doğru bir biçimde anlayabilecektir.
Tarihin o aşamasında bölgedeki gelişmelerle birlikte İran'ın ve Komutanın duruşu öncelikle manevi anlamda oldukça önemliydi. ABD bölgeye girmişti. Ortada artık Sovyetler Birliği ya da sosyalist cephe olmadığı açıktı. Onun yerine dünyada ABD olarak çağrılan zorba, kibirli ve merhametsiz tek bir güç vardı. Bu güç bölgede bir savaş başlatmaya karar verdi ve ordularıyla, askeri techizatıyla bölgeye geldi. Pek azı hariç herkes bundan korktu ve ürktü. İşte burada Komutanın ABD'nin Afganistan ve sonrasında Irak işgalleri karşısındaki duruşunu hatırlıyoruz. Ayetullah Hamaney İran'ın farklı bölgelerine giderek İran halkına, bölge halklarına ve direniş gruplarına güvence verdi. ABD'nin tarihte görülmemiş acımasız saldırılarına karşı asla teslim olmamayı öğütleyen ve direniş ruhunu güçlendiren konuşmalar yaptı. Bu aslında oldukça zor bir görevdi. Afganistan işgalinden sonra ve Irak işgalinden önce İran'a gidip Komutan ile görüşmüştüm.
Ona bölgede artan kaygıları anlattım. Şimdi onun bakış açısına dikkat edin. Bana döndü ve şunları söyledi: 'Bütün kardeşlerimize korkmamalarını söyleyin. Zira Amerikalıların gelişi bölgenin gelecekte bağımszılığa kavuşacağının işaretidir.' Bu sözleri duyunca şaşırmıştım. Parmağıyla şöyle yapıp vurguladı: 'Amerikalılar güçlerinin zirvesine ulaştı ancak Afganistan işgali ile düşüşleri başladı. Eğer Amerikalılar İsrail'in ve diğer Arap rejimleri ile bölgedeki paralı askerlerinin Washington'un çıkarlarını destekleyebileceklerine inansaydı asla bölgeye ordu ve donanmalarını konuşlandırmayacaklardı. Yani onların bu askeri eylemi yenilgilerinin ve bölgedeki politikalarının başarısızlığının göstergesidir. Eğer başarısız olmasalardı böyle bir yola başvurmayacaklardı. Amerikalılar bölgedeki çıkarlarını savunmak için doğrudan eyleme geçmek zorunda oldukları sonucuna vardılarsa bu gücün değil zayıflığın işaretidir. Ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun bir ordu binlerce mil hareket edip halkların yaşadığı bir bölgeye gelirse kesinlikle kaybedecektir. Yani ABD'nin bölgeye gelişi yeni bir devrin değil onların düşüşü ve yenilgilerinin göstergesidir.'
Ayetullah Hamaney bu noktayı farklı fırsatlarda ve farklı sözlerle defalarca tekrarladı. Ancak alıntıladığım bu sözleri bana oldukça açık seçik söyledi birlikte konuyu tartıştık. Neyse, direnişin yolunda ilerlediğimiz 2006 yılıydı. Hatırlarsanız daha savaşın ilk gününde Komutan direnişi destekleyen ve istilacılara karşı direniş ve savaşın gerekliliğini vurgulayan bir konuşma yapmıştı. Onun kendi adına attığı bu adım bizim için, halkımız için ve savaşçılarımız için oldukça önemliydi. Zira bahsettiğimiz kan, şehitler ve yaralara şahit olduğumuz acımasız bir savaştı.
Veliyülemmrimiz, liderimiz, öncümüz ve mercemiz olan Komutanın bizi direniş konusunda cesaretlendirdiğini görüncve maneviyatımız ve motivasyonumuz birkaç kat arttı ve istilacılara karşı savaşa güçlü bir şekilde girdik. Kısa bir süre, İsrail'in bildiği her yeri bombaladığı 4 – 5 gün içinde Amerikalılar bizim zayıf bir pozisyonda olduğumuzu, korktuğumuzu ve teslim olma zamanımızın geldiğini düşünüyordu. Amerikalılar o zaman Lübnan'ın şimdiki Başbakanı Saad Hariri ile görüştü. Hariri o dönem başbakan değildi. Dönemin Başbakanı Fuad Sinyora'ya yakın bir meclis grubunun başındadydı. Hariri bizimle temasa geçerek Amerikalıların istedikleri üç şartın yerine getirilmesi halinde güney Lübnan'daki savaşı durdurmaya hazır olduklarını söyledi.
İlk şart Hizbullah'ın elindeki İsrailli iki esiri serbest bırakmasıydı. İkinici şart da Hizbullah'ın tamamen silahsızlanıp sadece bir siyasi parti haline dönüşmesiydi. Üçüncü şart da Hizbullah'ın güney Lübnan'a çokuluslu güçlerin konuşlanmasına onay vermesiydi. Bunlar Birleşmiş Milletler'in uluslararası organizasyonları olan uluslararası güçler değildi. O dönem Irak'ta zaten çokuluslu güçler bulunuyordu. Bunlar Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin değil. ABD'nin güçleriydi.
Burada amaç bizim Lübnan'a, Lübnan – Filistin sınırına, Lübnan – Suriye sınırına, havaalanlarına, sahillere ve Lübnan'ın giriş çıkış noktalarına çokuluslu güçlerin konuşlanmasını kabul etmemizi sağlamaktı. Bu, uluslararası bir işgal, bir Amerikan işgaliydi. Elbette biz bu üç şartı reddettik ve savaşmaya devam ettik. O dönemde Condoleezza Rice Lübnan'ı ziyaret etmişti. Lübnanlılara ne söyledi? Savaşın belirleyici olduğunu ve Hizbullah'ın kesinlike yenilerek yok olacağını söyledi. Ve şu meşhur ifadeleri kullandı: 'bölgede yeni bir Orta Doğu'nun doğum sancıları yaşanıyor.' Konuştuğumuz 'Yeni Orta Doğu' işte buydu.
Direniş bütün bunlara rağmen muzaffer oldu. Yani ABD projesinin ilk raundu, Filistin seçimlerinin ışığında yenilgiyle sonuçlandı. Lübnan'daki ikinci raundu da kaybettiler yani Hizbullah'ı yok etme girişimi de başarısız oldu. Sonuç olarak üçüncü raundu da kaybettiler. Yani Hizbullah'ı ortadan kaldırmalarının ardından Suriye'ye savaş açacaklardı ve İsrail ile ABD, mevcut Suriye hükümetini devirmeyi planlamıştı. Bu da gerçekleşmedi. Yani ABD birinci, ikinci ve üçüncü raundu kaybetti.
Komutanın Irak ile ilgili kesinlikle net bir duruşu vardı. ABD'nin Irak'ta işgalci olarak kabul edilmesinde ısrarcıydı. İran İslam Cumhuriyetinin bütün yetkililerinin duruşu da Irak'ın ABD tareafından işgal edildiğine işaret ediyordu. Bir süre sonra Irak'ta halk direnişi başladı. ABD'nin Irak'ta kalacağı, egemenlik kuracağı ve ülkeyi denetim altına alacağı varsayılıyorken bu ülkedeki silahlı ve sert direniş karşısında – Nusra Cephesi, El Kaide ya da tekfircilerin direnişi gibi değil – Washingtonun çekilmek dışında seçeneği kalmadı. Bunda Irak'ın güçlü politik duruşu ile halkın iradesi de oldukça etkili oldu. Ondan sonra da ABD, bir anlaşma ile de olsa Irak'tan çekildi. ABD Irak'tan çekilince bunun Irak direnişinin büyük bir başarısı ve zaferi olduğunu açıkça ifade etmiştim ancak maalesef hiç kimse Irak halkının bu başarısını kutlamadı. ABD'nin 2011 yılında Irak'ı terk etmeye zorlanması kutlanması gereken büyük bir zaferdi.
Sonuçta ABD'nin bu aşamada bölgedeki bütün projeleri suya düştü: 2001 ile 2011 yılları arasındaki bütün Amerikan projeleri ya da 'Yeni Orta Doğu' projesi başarısız oldu. ABD'nin İsrail ile küçük düşürücü bir barış yaptırmak için bölgeyi denetim altına almak, Filistrin sorununu bitirmek için Arap – İsrail ilişkilerini normalleştirmek, direniş hareketlerini yok etmek, ülkeler üzerinde hakimiyet kurmak ve İran'ı izole ve işgal etmek için bölgeyi kontrol etme projesi başarısız oldu. Bu nasıl gerçekleşti? Burada Komutanın, İran İslam Cumhuriyetinin ve bölgedeki müttefik ve dostlarının rolünü görüyoruz. Sözkonusu komploları etkisiz kılanlar bunlardı.
El Suud ile Arap ve Fars Körfezi ülkeleri yöneticilerinin çoğu doğal olarak ABD'nin bölgedeki planlarının tamamlayıcı parçalarıydı ve Amerikan kopmplolarını uygulayan aygıtlardı. ABD'nin bölgedeki planlarını yerine getirmenin en önemli aracı İsrail idi. Ancak ABD entrika ve komplolarına karşı duranlar Ayetullah Hamaney önderliğindeki İran islam Cumhuriyeti, Cumhurbaşkanı Esad liderliğindeki Suriye, Lübnan direnişi ve müttefikleri, Filistin direnişi ve müttefikleri, Irak'ta kutsal Necef şehri dini liderlerinin önderliğindeki dürüst siyasi ve milli liderler ve bölgedeki İslami ve milli gruplardı.
Ancak en önemli rolü oynayan ve diğerlerini güçlendirerek destekleyen neydi? İran İslam Cumhuriyeti ve Ayetullah Hamaney'in pozisyonu, duruşu ve kararlılığıydı. 2001 ile 2011 arasında on yıl boyunca gelişmelerin ve ABD'nin yenilgisiyle neticelenen açık sonuçların merkezindeydik.
Konuşmamın bu bölümünü Ayetullah Hamaney (Allah onu korusun) ile ilgili bir hatırayı anlatarak kapatacağım. 33 gün savaşının başlarında – aslında 34 gün sürdü ancak 33 gün savaşı olarak anılıyor – Lübnan halkı doğal olarak yaşanacaklardan korkuyordu. Ne oldu? Bazı Lübnanlı yetklililer bile Suudi yetkililerle görüşerek Riyad yönetiminin aracı olmasını ve güney Lübnan'daki savaşın bitmesini talep ettiler. Suudiler Lübnanlı yetkililere şöyler cevap verdi: 'Kimse karşımayacak. ABD, uluslararası toplum ve bölge arasında Hizbullah'ın yenilip yok edilmesi konusunda bir görüşbirliği var. Hizbullah'ın teslim olmak ya da yok olmak dışında bir seçeneği yok.' Bizim kararımız açıkça savaşarak karşı koymaktı ve savaşma iradesi ile Hizbullah'a tamamen egemen olmuş bir Kerbela ruhu mevcuttu. İmam Hüseyin'in (a.s.) şu sözleri daima önümüzdeydi: 'Şu zelil oğlu zelil adama bakın, beni iki şey arasında muhayyer kılmıştır. Ya kılıç, ya da zillet. Heyhat zillet bizden uzaktır.!'.
Savaşmak ve utanç içinde teslim olmak arasında tercih yapmalıydık ve savaşmayı seçtik. Savaşın ilk günlerinde değerli dostumuz ve kardeşimiz Hac Kasım Süleymani bizimle temasa geçti. Şam'a geldi, Beyrut ile temas kurdu ve bizimle görüşmesi gerektiğiniz söyledi. Ona sorduk: 'Nasıl olmasını istiyorsun?' Hac Kasım Süleymani'ye İsraillilerein bütün köprüleri, yolları ve arabaları bombaladığını ve bizimle görüşemeyeceğini söyledik.
Bu değerli dostumuz bize gelmesi gerektiğini zira bize ulaştırmak üzere Ayetullah Hamaney'den önemli bir mesaj taşıdığını söyledi. Gerekli ayarlamaları yaptık ve sonunda Hac Kasım savaşın ilk günlerinde Beyrut'un güneyindeki varoşlara geldi. Bize Komutan (Allah onu korusun) Meşhed'de iken aralarında eski ve mevcut cumhurbaşkanları, eski ve mevcut dışişleri bakanları, eski ve mevcut savunma bakanları, eski ve mevcut Devrim Muhafızları komutanları ve diğer yetkililerin bulunduğu bütün İslam Cumhuriyeti yetkililerini çağırarak bir toplantı yaptığını söyledi.
Hac Kasım bana toplantı sırasında Lübnan'a karşı yürütülen savaş ve hedefleri kadar savaşın ne yönde ilerleyeceği sorusunun da tartışıldığını anlattı. İran İslam Cumhuriyeti, Lübnan savaşını başından itibaren ABD'nin bölgedeki planının bir parçası ve ABD komplosundan ayrılamayacak bir konu olarak görmüştü. Hac Kasım bize toplantıda hazır bulunan istisnasız herkesin, İran İslam Cumhuriyeti'nin Lübnan Direnişi, Lübnan hükümeti ve halkı ile Suriye'nin yanında olması gerektiğini kabul ettiğini söyledi. Zira savaşın Suriye'ye de sıçrama ihtimali vardı ve bu sebeple Direniş cephesinin kazanması için İran'ın bütün siyasi, mali ve askeri yeteneklerini kullanması gerekiyordu. Hac Kasım ayrıca toplantı bittikten ve akşam ile yatsı namazları kılındıktan sonra dinleyiciler gitmeye hazırlanırken Komutanın onların biraz daha kalmasını istediğini ve 'Sizinle konuşmak istediğim bir şeyler daha var.' dediğini aktardu. Bu, ilk toplantıdan, resmi toplantıdan sonraydı.
Daha sonra Ayetulah Hamaney, Hac Kasım'a dönerek şunu söyledi: 'Dediklerimi yaz ve Beyrut'a giderek falanca şahsa ver. Eğer dikkate alırsa konuyu dostları ve kardeşleri ile tartışacaktır.' Hac Kasım durumu anlatıktan sonra Komutanın sözlerini bana okumaya başladı. Mesajdaki ifadeler şöyleydi: 'İsrail askerlerinin Lübnan Direnişi tarafından esir edilmesi Allah'ın gizli bir inayetidir. Zira bu operasyon İsrail güçlerini sizin eyleminize cevaben Lübnan'a girmeye zorlamıştır. İsrailliler ile Amerikalılar Lübnan'a ve Hizbullah'a 2006 yazının sonu ya da sonbahar başı gibi saldırmayı planlıyordu ancak savaşa hazır olmadıkları bir anda onları şaşırttınız. Yani İsrail askeri güçlerinin kaçırılması onların önüne geçmenizi sağlayan ilahi bir lütuftu. Böylece savaş ABD ve İsrail'in planladığı bir zamanda başlamadı. Savaş onların hazırlık içinde olduğu ancak hazır olmadığı, öte yandan sizin zaten hazır olduğunuz bir zamanda başladı. Askerlerin bir sürprizle esir alınması beklenmiyordu.'
Komutanın bu ifadeleri daha sonra önemli şahıslar tarafından onaylanıp doğrulandı. Örneğin onları medyada paylaştığımda ünlü profesör Muhammed Hasaneyn Heykel o dönem El Cezire kanalındaki çeşitli programlarda bunu doğrulamıştı. Amerikalı önemli yazarlardan Seymour Hersh de konuyu doğruladı. Konuyu basında gündeme getirdiğimde Komutanın adını vermediğimi de söylemem gerekiyor.
Ayetullah Hamaney'in mesajında atıf yaptığı başka bir konu da şuydu: 'Bu savaş Resulullah'ın (sav) yaşamı sırasında gerçekleşen Hendek Savaşına çok benziyor. Bu savaş oldukça zor ve moral bozucu olup varlığınızı tehdit ediyor. Bu savaşta sabırlı olmak zorundasınız.' Komutan mesajın bu kısmında Kur'an ayetlerinden alıntı yaptı: '...ve korkudan yürekler, ağızlara gelmişti ve Allah hakkında çeşitli zanlara kapılmıştınız. (Kur'an-ı Kerim 33:10)' Komutan ayrıca şunu söyledi. 'Sadece Allah'a güvenmelisiniz.' Mesajın üçüncü kısmı da şöyleydi: 'Bu savaşta zafer kazanacaksınız.' Daha önce mi yoksa sonra mıydı tam hatırlamıyorum ama Ayetullah Behçet'in de benzer sözler söylediğini anlattıklarını duymuştum: 'Emin olun, mutmain olun ki Allah'ın izni ile savaşı kazanacaksınız.'
Ancak Komutanın mesajındaki ilginç ve önemli nokta şuydu: 'savaşı kazanacak ve sonrasında kimsenin karşısına çıkamayacağı bölgesel bir güç olacaksınız.' O anda Hac Kasım'a güldüm ve 'Biz bölgesel bir güç mü olacağız? Bu savaştan sağ çıkar ve varlığımızı korursak büyük bir başarı elde etmiş oluruz.' Sonra bir espri yaptım: 'Sevgili kardeşim. Biz bölgesel bir güç olmak istemiyoruz.' Ancak Ayetullah Hamaney'in mektubu o gün bende bir çeşit güven yarattı. O günden itibaren savaşı kazanacağımızdan ve sonrasında bölgesel bir güç olacağımızdan emindim ve gerçekten öyle de oldu.