İsrail'in Irak ve Suriye'deki Stratejik Planları Çöktü
, 26 Ekim 2017 18:59Irak, Suriye ve Lübnan sahasında oyunun kuralları değişti. Suriye'deki kaosun baş mimarlarından olan İsrail, umutlarını yitirmiş gibi görünüyor.
David Macilwain – American Herald Tribune
Sıra dışı dönemlerden geçiyoruz. Batı medyasında “IŞİD ile mücadele” başlığı altında anlatılan hikayeler, boş bir fantezi dünyasının ürünü. Sahadaki hiçbir şey Batı basınında anlatıldığı gibi değil. Bu “belirlenmiş gerçekler”, birer gökkuşağı misali. Asıl gerçeklerin çarpıtılması ya da gizlenmesi neticesinde ortaya çıkıyor.
Bu “belirlenmiş gerçekler havuzunu” geçince her şeyi olduğu gibi görebiliriz. Ama farklı bir dil konuşuruz. Batı baloncuğu içinde yaşayan hiç kimse bizim ne ne dediğimizi anlayabilir, ne de bunun bir dil olduğunu bile fark edebilir. Kendinden emin ve keyfi yerinde “uygar dünyanın” ABD’nin IŞİD ile mücadele ettiği hususundaki algısını alt üst edecek bir açıklama, gerekli deliller sunulmadığı takdirde kolay kolay anlaşılamaz ve kabul de edilmez.
17 Eylül tarihinde İdlip’teki el-Kaide yanlısı örgütlerin koordine ettiği bir grup Rus askerinin kaçırılması olayı, Amerikan ordusunun Suriye’de aslında teröristleri ne denli aktif bir şekilde desteklediğinin en açık kanıtlarından biriydi. Bu olayın ardından yaşanan bir suikast girişiminde Rus General Valery Asapov’un Deyr Zor’da öldürülmesi ile birlikte ise Rusya, artık ABD’nin “IŞİD ile mücadele” konusunda ne kadar ciddi olduğunu kesin bir şekilde anlamış oldu. ABD’nin gerçekte böyle bir savaşı yoktu.
Dolayısıyla dayanılmaz bir paradoksla karşı karşıyayız. ABD ve koalisyondaki diğer ülkeler, açıkça Suriye ordusuna ve müttefiklerine karşı gerek doğrudan gerekse IŞİD ile koordineli operasyonlar çerçevesinde ağır darbeler vuruyor. Üstelik Batılı ülkelerin Suriye topraklarına Birleşmiş Milletler kararı olmaksızın girme ve bu topraklarda operasyon yapmak için sundukları tek bahane de IŞİD teröristleriyle mücadeleydi. Kendi ülkelerinde düzenlenen Vahabi terör saldırılarını da Suriye’ye dışarıdan müdahale konusunda kendi toplumlarından destek alma vesilesi edindiler.
ABD’nin IŞİD ve El-Kaide ile işbirliği yeni değil; fakat uzun süredir tam olarak doğrulanamayan deliller artık doğrulandı. IŞİD konvoylarının Suriye çölü boyunca tek bir Amerikan uçağının saldırısına maruz kalmadan yol alabilmeleri ya da IŞİD’in elde tuttuğu petrol sahalarından çıkarılan petrolün tankerlere doldurulup serbest bir biçimde sınır dışına pazarlanabilmesi. Tüm bunlar, farkında olunmadan IŞİD’in başardığı şeyler olmaktan öte; bir şekilde kolaylaştırılmış ve kasten görmezden gelinmiş olaylar.
Fakat yine de bunlardan hiçbiri, Deyr Zor havaalanını IŞİD’den koruyan Suriye ordusu karargahına Amerikan ve Avustralya uçakları tarafından düzenlenen saldırı kadar açık bir kanıt değildi. 17 Eylül 2016 tarihinde düzenlenen bu saldırının Amerikan koalisyonunun planlarında kilit bir nokta olduğu gerçeği, Deyr Zor için asıl savaşın başladığı bugünlerde, yani tam bir yıl sonrasında, ancak net bir şekilde anlaşıldı. Dahası, ilginç bir tesadüf olarak aynı zamanlamayla yaşanan olaylar dizisinde, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Kerkük petrol sahalarını Bağdat’ın elinden bütünüyle alma planlarının suya düşürüldüğü Irak’ta yeni bir oyuncu çıktı sahneye: İsrail.
İsrail sanki sonunda umudunu yitirmiş gibi. Suriye’yi yıkıma sürükleyen projenin asli mimarlarından olmasına rağmen artık bu projeyle hiç ilgilenmiyormuş gibi görünüyor. “Kürdistan Projesi” de bunun merkezi bir parçasıydı aslında. Kürdistan referandumuyla ilgili olarak ABD bile bu referanduma sözde karşı çıkıyormuş gibi yapmasına rağmen, İsrail bölgede yeni bir “demokratik devlet” kurulacağı ve aynı değerleri yaşatacakları teziyle açıkça bu sürece destek verdi. Halbuki başlı başına etnik tanımlamaya dayalı Kürdistan’ın İsrail ile benzeştiği tek nokta, demokratik olma iddiasında bulunmasıdır.
İsrail’in Kürdistan’ı bölgedeki en Batı yanlısı oluşum olarak nitelemesi ve desteklemesi temel olarak çıkarcı bir tutum. Bu tutum, özü itibariyle İran’ın bölgedeki ekonomik ve kültürel etkinliğine karşı bir şeyler yapma telaşından kaynaklanıyor. İsrail’in Birinci Körfez Savaşı öncesine dayanan süreç itibariyle Irak Kürdistanı’na ne denli geniş çaplı yatırımlar yaptığını ve bölgenin gelişmesine nasıl katkı sunduğunu da açığa çıkaran bir tutum bu. Geçmişe uzanan planda Kerkük petrolünü doğrudan bir boru hattı ile İsrail’e taşıma arzusu da yatıyordu fakat bu plan çöktü. İsrail’in Erbil’deki güçlü varlığı ve IŞİD’in çaldığı Suriye petrolünün ihraç ve transfer edilmesi sürecindeki İsrail parmağı da aynı amaca hizmet ediyordu.
İsrail’in, IŞİD’den aldığı petrol karşılığında örgüte silah ve cephanelik gönderdiği ve böylece bu ticarette herhangi bir para akışının sağlanmadığı iddialarının dolaştığı günlerde Rusya, IŞİD’in petrol tankerlerinin konvoyunu bombalıyordu. Bu iddiaların gündeme gelmesi bile muhtemelen İsrail’in canını çok sıktı ve İsrail daha dikkatli davranmaya başladı. İsrail artık Suriye’de suça bulaşırken doğrudan kanıt olacak yollar yerine bir dizi aldatmacaya ve dolambaçlı yollara başvuruyor.
Fakat burada garip bir şey var. İsrail’in Batı medyası üzerindeki etkisi oldukça ağır olmasına rağmen, İsrail’in Suriye’deki terörist örgütlerle işbirliği yaptığına dair iddialar sanki Batı medyasını rahatsız ediyormuş gibi algı oluşturuldu. Ama bu gazeteler, ne IŞİD’in ne de El-Kaide’nin İsrail’e yönelik tek bir tehdit savurmadığını ya da Kudüs’ü Siyonist işgalden “kurtarma” yönünde bir kampanya yürütmediğini fark etmediler. İsrail’in Suriye ordusundan kaçan terör örgütü mensuplarına sağladığı tıbbi destek de onları üzmüşe benzemiyor aslında.
İsrailli liderler açıkça bu teröristleri desteklerken bile kendini mağdur rolüne bürüyor. Teröristlere operasyon düzenleyen Suriye ordusu karargahlarını İsrail bombalıyor ama suçlu olan Suriye rejimi oluyor. Batılıların gözünde İsrail hep mağdur konumunda çünkü.
Evet, bu durum bir nebze değişmeye başladı, değişmek zorunda zaten. İsrail, geçtiğimiz ay düzenlediği son 20 yılın en büyük askeri tatbikatı esnasında, sürekli olarak ihlal ettiği Lübnan hava sahasındayken Suriye’deki bir fabrikayı bombaladı. Bu fabrikada kimyasal silah üretildiği bahanesini ileri sürdü. Ya da bir başka açıklamaya göre Hizbullah’a gönderilen füzeler burada üretiliyormuş. İsrail Suriye’ye yönelik savaş sebebi sayılabilecek her saldırısında sürekli olarak bu bahaneyi gündeme getiriyor zaten. Suriye normal şartlarda bu provokasyona misliyle karşılık verebilecek pozisyonda değildi fakat geçtiğimiz hafta yaşanan bir olay, oyunun kurallarının değiştiğini gösteriyor. Lübnan hava sahasında uçan İsrail jetlerine Suriye’den füzeler ateşlendi ve İsrail uçaklarının Lübnan hava sahasından çıkmaları sağlandı.
Bunun akabinde İsrail, kendi sınırları dışında bile olsa kendini savunma hakkı olduğunu dile getirerek Suriye’nin hava savunma füzelerinin ateşlendiği bataryaları bombaladı. Netanyahu şöyle dedi:
“Bugün savaş uçağımıza zarar vermeye yönelik bir girişim gerçekleşti. Bu, bizim için kabul edilebilir bir durum değildir. Hava kuvvetlerimiz anında harekete geçmiş ve imha edilmesi gereken hedefi kesin bir şekilde imha etmiştir.”
“Bizim politikamız bellidir. Herkim bize zarar vermeye kalkarsa biz onu vururuz. İsrail’i korumak için bölgede yapılması gerekenleri yapmaya devam edeceğiz.”
Bu saldırının zamanlaması da manidardı. Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu’nun Telaviv’i ziyaret ettiği bir dönemde gerçekleşti saldırı. Rusya’nın, Suriye konusunda İsrail’e karşı gösterdiği sabır da ABD’ye gösterdiği sabır kıvamına gelmek üzere. Yani gittikçe tükenmekte. Bir dahaki sefere Suriye uçaklarını belki Suriye füzeleri değil, Rusya’nın S-400 füzeleri vurabilir. İsrail’in sürekli olarak gündeme getirdiği “İran’ın Hizbullah’a gönderdiği silah konvoyunu vurduk” açıklaması da bundan böyle çok geçerli bir mazeret olamayacak gibi. Çünkü artık İran ile Rusya arasında üst düzeyde askeri ve ekonomik bir işbirliği var. (Zaten bir süredir de Suriye’de bu yönde bir bahane üzerine kurgulanmış herhangi bir saldırıya şahit olunmadı.)
Donald Trump’ın nükleer anlaşma hakkında en son yaptığı ve Netanyahu tarafından da tekrarlanan “sert açıklamalar”, Rusya ile İran arasındaki bu bağı güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. Gerçek kaygıları, nükleer yıkımı bir tehdit olarak kullanıp küresel hegemonyayı elinde tutmak olan dünyanın en tehlikeli nükleer gücüne sahip bu iki devletin yaptığı açıklamalara şaşırmayan birileri var mı acaba?
En azından İran, yanlış düşüncelere sahip değil. The Guardian’ın aktardığı bilgiye göre “İran Rehberi’nin dış politika danışmanı Ali Ekber Velayeti, Irak ordusunun Kerkük’ü geri aldığı harekatı övdü ve bunun İsrail’in stratejik hesaplarına büyük bir darbe vurduğunu açıkladı.”
İran’ın Tesnim Haber Ajansı’nda yer alan ifadelere göre Ali Ekber Velayeti şunları söyledi: “Kerkük’te kazanılan zaferle birlikte Barzani’nin bölge güvenliğine yönelik kurguladığı komplo boşa çıkarıldı. Barzani’nin amacı ve İsrail’in gizli hedefi Kerkük petrol sahalarını ele geçirip buraları İsrail’in hizmetine sunmaktı. Kürdistan bölgesinde İsrail bayrakları salladılar. Bunun anlamı şuydu: Eğer bu düzlemde bir Kürdistan, bağımsızlık kazanacak olsaydı; İsrail artık sınır komşumuz olacaktı.”
Irak ordusunun, Kerkük ve Şengal’de petrol sahalarının da dahil olduğu bölgelerin kontrolünü bütün Irak halkı adına yeniden eline aldığı yönündeki haberler, Tel Aviv hariç her yerde memnuniyetle karşılandı. Benzer etkiler doğuracak haberlerin gelme sırası artık Deyr Zor’da.
(Çeviri: Enes Berat GÜRLER)
KUDÜS HABER
Yorumlar (0)